Türkiye, insan hakları ihlalleri konusunda her daim zirveye yarışan ülkelerden. Bu sadece darbe dönemlerini kapsayan bir süreç değil. Darbeler, özellikle 12 Eylül bu ihlallerin en dramatik örneklerini içermekle ünlü. Ve ülkemizdeki insan hakları ihlalleri yalnızca siyasi süreçlerle ilgili de değil. Kadına yönelik şiddetten ayrımcılığa; engelli haklarından basın özgürlüğüne geniş bir yelpazede ülkenin en can alıcı gerçekliğini oluşturuyor. Her ne kadar demokrasi sözcüğü ile örtülse de her dönem değişik düzey ve yoğunluklarda totaliter bir yönetim anlayışının izlerini taşıyor. On bir yıllık AKP iktidarının “ustalık dönemi” olarak tanımlanan son dönemi, bu açıdan daha çok üzerine düşünülmeye değer örnek sergiliyor.

Cezaevleri ve sağlık sorunu ülkenin insan hakları ihlallerinin en özgün örneklerini barındıran sorunlarından biri. Öyle ki, özgürlüğü çeşitli nedenlerle engellenmiş bireyler sağlık hizmetlerine yeterince ulaşamamakla bir kez daha cezalandırılıyorlar.

Adalet Bakanlığı’nın en taze verilerine göre cezaevlerinde 144.212 insan bulunuyor. AKP iktidara geldiğinde 59 bin 429 tutuklu ve hükümlü sayısı 11 yıl içinde, 2013 yılı başında 129.506 ulaşmış, izleyen yedi ay içinde yaklaşık 12 bin daha artmıştır. Adalet Bakanı yeni cezaevleri yaptıklarını müjdeleyen açıklamalar yapıyor. Cezaevlerindeki çocuk mahkûmların sayısı ise 1878. Çocuklar, Pozantı Cezaevi örneğinde olduğu gibi her daim cezaevinde şiddet ve istismarın kurbanı oluyorlar. Yine Adalet Bakanlığı’nın verilerine göre son 13 yılda 2300 insan cezaevinde yaşamını yitirmiş; İnsan Hakları Derneği ile Türkiye İnsan Hakları Vakfı 2013 yılı verilerine göre cezaevlerinde 163’ü ağır ve ölüm sınırında olmak üzere, 544 hasta tutuklu ve hükümlü bulunuyor.

Bu sayılar ürkütücüdür. Sayılardan da öte, tutuklu ve hükümlüler son derece sağlıksız ve elverişsiz koşullarda yaşamlarını sürdürmekte, tecrit, izolasyon, deprivasyon gibi ruhsal açıdan örseleyici uygulamalara maruz kalmaktadır. Cezaevlerinde halen işkencenin sürdüğünü TİHV’e ya da İHD’ye yansıyan başvurulardan biliyoruz.

Diğer önemli bir konu sağlık sistemine ulaşım sorunudur. Tutuklu ve hükümlüler tıbbî yardıma ulaşmada önemli sorunlar yaşamakta, doktor raporlarına, hatta adli tıp kurumunun raporlarına rağmen birçok ağır hasta tutuklu hastanelere sevk edilmemektedir. Bu konuda insan haklarına aykırı ve keyfi uygulamalar sürmektedir.

Peki, sevk edilmeleri durumunda sorunlar çözülüyor mu? Ne yazık ki bu soruya da iç rahatlatıcı bir yanıt vermek olanaklı görünmüyor. Türkiye’de mahkûm koğuşu sayısı çok az, koşulları son derece kötüdür. Örneğin Ankara’da iki hastanede mahkûm koğuşu vardır. Ankara Numune Hastanesi’nde 20 yataklı bir servis dışında, Atatürk Göğüs Hastalıkları Hastanesi’nde sadece tüberküloz hastalarının tedavi edilebildiği sınırlı yatak sayısı olan bir servis bulunmaktadır. Özellikle Numune Hastanesi’nde bulunan koğuşların koşulları son derece kötüdür. Servisler hastanelerin en sağlıksız, sıklıkla bodrum katlarında bulunmaktadır. Havalandırma ve ışıklandırma yetersizliği, küçük koğuşlarda 5-6 yatağın bulunması, tuvaletlerin koğuş içinde ve açık halde bulunması, havalandırmalarının olmaması, yangın çıkışının bulunmayışı en göze çarpan yapısal sorunlar. Bu yapısal sorunların ötesinde, bunları düzeltmeye yönelik herhangi bir çaba olmadığı da görülüyor. 2012 yılında bir iyileştirme projesi yapıldığı ama tek bir çivi çakılmadığını söylüyor çalışanlar.

Genel olarak Türkiye’de mahkûm koğuşları yok. Üniversiteler ve eğitim hastanelerinde bu tür servisler oluşturmuyorlar. Bu yönde bir kurumsal çaba da yok ne yazık ki…

Mahkûm koğuşlarının sayısı artırılmalı, var olanların koşulları düzeltilmelidir. Bu servislerde çalışan doktor, hemşire ve diğer sağlık çalışanlarının özlük hakları korunmalıdır.

Cezaevlerindeki keyfi uygulamaların sonlandırılması, hastalıklarının tedavisi cezaevinde mümkün olmayan, özellikle hastalığının son evresine gelmiş olan hastaların sevklerinin sağlanması gereklidir. Mahkûmların sağlık sistemine ulaşmalarını engellemek, bu yönde yapılan uygulamalar, ayrımcılık, farklı bir boyutta işkencenin sürmesi anlamına gelmektedir. Buna son verilmelidir. Bu, bağlayıcı uluslararası sözleşmelere imza atan, demokratik olduğunu öne süren bir ülkenin yönetenlerinin sorumluluğudur.

Dr. Burhanettin Kaya

ATO İnsan Hakları Komisyonu üyesi

19 Şubat 2014, Hekim Postası

Paylaş